Takip Et

8/recent/ticker-posts

İsrail Turu Gün 1 - Tel Aviv

Ben Gurion havalimanını yukarıdan gördüğümde bu kadar büyük bir yer ile karşılaşacağımı hiç düşünmediğimi fark ettim.

Tel Aviv ‘e indik. Sorunsuz bir yolculuk oldu ama giriş prosedürleri gözümü korkutmuyor değil. Gerçi vize alımı sırasında denk geldiğim insanlar artık sorun olmadığını söylemiş olsa da internetten okumuş olduklarım farklı telden çalıyor. Eşim insanların abarttığını söylüyor daima.

Ben daha öncekilerden duyduğum rivayetlerin huzursuzluğu içindeyim. Ama henüz yamuk bir şey görmedik. Pasaportları görevliye veriyorum. Hiç bir şey sormadan ve damga bile basmadan pasaportumu bana verdikleri mavi bir barkod ile beraber iade ediyorlar.


Gerçi İsrail vizesini almakta sorun olmamıştı. Levent'teki vize bürosundan ücretsiz olarak almıştım vizeyi. Gerçi rivayetlerin haddi hesabı da yoktu. Çırıl çıplak soyulacağımdan bahsedenler bile vardı. Hiç biri olmadı, bir iki ıvır zıvır sorudan sonra aldıkları pasaportumu bir hafta sonra bedavadan vize yapıştırarak verdiler. Tek kötü yanı da bu vizenin pasaportuma yapıştırılması oldu. Tüm ısrarlarıma rağmen vizeyi bağımsız bir kağıda işlemek yerine pasaportuma yapıştırarak pek çok ülkeye gidişimi engellemiş oldular.

Neyse, Ben Gurion Havalimanı oldukça büyük. Bununla beraber boş yerlerin çokluğu nedeniyle rahat hareket edebiliyorsunuz. Girişte aranmadık. Hızlıca pasaportlarımıza bakıldı ve girişimiz tamamlanmış oldu.

Cüzi miktarda İsrail Şekeli aldım. Hani beni otele kadar atsın da önemli değil tutarında bir şey. Sağlam geçirdi havalimanı her zamanki gibi. Eyvallah diyerek havalimanından şehre giden trene atladık. Trenler dedikleri kadar dakik. Kısa sürede merkeze vardık. Trenden iniyoruz. Hashalom istasyonundaki Azrieli Center alışveriş merkezine yol çıkıyor. Yürüyoruz. Alışveriş merkezi girişinde gayet lalettayn bir arama yapılıyor. Alışveriş merkezini bir uçtan diğer uca kat ederken giyim ve yiyecek fiyatları beni dehşete düşürmeye yetiyor. Kafe ve restoranların fiyatlarına baktım, bakmaz olaydım. Pahalı memleket.

Alışveriş merkezinde, dinlenme, tuvalet ve serinlik gibi tüm ihtiyaçlarımızı sağladıktan sonra  dışarı çıkıp yolun karşısındaki otobüs duraklarına ulaştık. İlk gözlemlerim şu şekilde diyebilirim. Sıcak. Çok fazla asker var. Kadın askerler kerhen orduda sanırım. Sıcak. Otobüs durakları ana baba günü. Çok sıcak.

Otobüs durağına varıyoruz. Binmemiz gereken otobüs artık yok. Hangi otobüs gidiyor diye sağa sola soruyorum ama insanlar pek yardımcı değiller. Dönüp bakılmıyor bile. Neyse ki bisikletli, sonradan Romanyalı olduğunu öğrendiğim bir adam bana yardımcı olmayı görev bilip bu sorunun çözülmesini sağlıyor.

Otobüslerde bilet şoförden alınabiliyor. Ulaşım –bana göre- pek ucuz değil. Otobüsteki gözlemlerime göre İsrailliler turistlerle rahatlıkla İngilizce konuşabiliyorlar. Kendi aralarında ortak lisan olan İbranice kullanılıyorsa da her bir Yahudi grup gelmiş oldukları toprakların dilini kendi cemaat gruplarında konuşmaya devam ediyor. Yani şöyle söylemeliyim; bir soru sorduğunuzda yanındakine Almanca sorarken diğerlerine İbranice soruyor ve size cevabı İngilizce veriyor. Pek sorun çekmeyeceğiz sanırım.

Sahile yakın bir yerde olduğumuz için pek çok araç geçiyor. Buz gibi soğutulmuş bir otobüste seyahatin bedeli 6 şekel. 100 şekel de verseniz tam para da verseniz şoförler tavır yapmaksızın işlerini yapıyorlar.

Otele giriyoruz. Kaldığımız en pis yerlerden birisi. Ama denize bir sokak uzakta ve oldukça pahalı bir şehir olan Tel Aviv ‘in geneline göre oldukça hesaplı. Tel Aviv'de oda fiyatları oldukça yüksek ve ek olarak kalış başına kişi sayısınca sağlam bir de temizlik bedeli ekleniyor. Burada bu yoktu. Zaten içerideki tozlar o kadar kalınlaşmıştı ki etrafında hareket ettiğinizde uçuşmuyordu bile. Topu topu iki gece dedik verdik parayı.

Hemen yakınlardaki bir marketten alışveriş yapıyoruz. Ülkede domuz eti yasak olduğu için ilk kez yurt dışında  rahatlıkla bir şeyler alabilmenin mutluluğu içindeyim. “Bu adamlar anasının gözüdür, halkına kötü bir şeyler yedirmezler” düşüncesi ile turluyorum rafların arasında. Fiyatlar epeyce yüksek. Neyse ki süt ürünleri çeşitli ve genele vurulunca hesaplı kalıyor. Yiyecek işi halledildi.


İniyoruz sahile. Solda Bograshov, sağda ise Gordon Plajları'nın arasındaki Frissman Plajı burası.  Tel Aviv sahilini şöyle hayal edin. Beton setlere kadar sarı kum. Sanırım sonradan doldurulmuş.Denizde ise birbirine paralel sıralanmış onlarca T şeklinde iskele. Sahil kumsal olmasa bile bu sistem kumulları koruyor ve yanlarına yenilerini ekliyor olmalı.

Hemen yakındaki plaja doğru yakıcı güneşin altında ilerliyoruz. Üç beş bir şey verip bir şemsiye ve iki şezlong tutup denize giriyoruz. Şok. "Dışarısı bu denli sıcakken donar mıyım?" diye kendime sorarken daha ilk girişte suyun dışarıdan pek bir farkı olmadığını anlıyorum. Dolu bir küvette yüzer gibiyim. Su çok sıcak. Rüzgar da yok. İncecik kumlardan bir kale inşa ediyoruz hemen. Kumun kalitesi harika. İnsanları izliyorum. Kimse kimseyle ilgilenmiyor. Turist de pek yok. Bununla beraber İsrail, dünyanın türlü bölgelerinden topladığı Yahudilerden bir Babil yaratmış. Herkes ayrı bir dil konuşuyor. İnsanların dertten uzak ama birbirlerinden uzak olduğunu fark ediyorum.

Üç dört saati sahilde geçiriyoruz. Tel Aviv çok genç bir kent. Bölgenin merkezi Hayfa iken yüz kadar fanatik Alman yahudisi burada yüzyılın başlarında bir koloni kurmak istiyorlar. Dönemin Osmanlı hükümeti herkesin delice diye küçümsediği bu çabayı umursamaksızın izni veriyor. Kumulların arasında önce evler kuruluyor, bir şekilde temin edilen su ile bahçeler oluşturuluyor.

Doğa kontrol altına alınınca başka göçlerde alıyor yerleşim. Hele ikinci dünya savaşından sonra gelen çaresiz kalabalık iyice nüfusu arttırıyor. Farklı gelenekler ile gelen göçmenlerin yanında fanatik Yahudiler azınlığa düşüyorlar. Kudüs'ün işgali ile onlar Kudüs'e göçerken Tel Aviv modern dünyaya ait oluyor.

Cehennemi sıcakta dönüyoruz. Sıcaklık ve boğucu nem şehri yaşanmaz hale getiriyor. Odaya dönüp klimanın yakınlarında vakit öldürüyoruz. Uyuklamak mümkün değil. Gün batıyor nihayet.

Akşam tekrar sokaklara atıyoruz kendimizi. Odada erimektense sokaklarda kaybolmak daha eğlenceli olacak gibi. Birkaç saat öncesi ile tek fark tepemizde bizi kızartmaya ant içmiş bir güneşin olmaması. Onun dışında sıcaklık aynı nem ise daha da artmış durumda. Her adımımda eriyorum gibi hissediyorum.

Tel Aviv yüz yılı yeni aşan kuruluşu ve topu topu yetmiş yıllık şekillendiriliş öyküsü ile yaşasa da iç kesimlerdeki binalar Beyrut sokaklarını andırıyor. Ülkede bir teknoloji ve tüketim çılgınlığı var ama o Ortadoğululuk halen devam etmekte. Kırmızı ışık bir engel değil. Sokaklarda çok sayıda hırpani evsiz de var. Ama ne kalabalıklar onları görüyor ne de onlar kalabalığın pek farkında.

Sokaklar ışıl ışıl. Ayak üstü yemek için pastanemsi bir dükkandan poğaçalar alıyoruz. Tanıdık tatlar. AVM ‘lerden birine giriyoruz. Buz dolabı adeta. Fiyatlar çılgınca yüksek. Bir kozmetik dükkanında dayanamayıp soruyorum. Aldıkları paranın ay sonunda sıfırlandığından bahsediyor satışçı kız. Biriktirme diye bir şey yok. Yarının ne getireceğinden –yada ne götüreceğinden – emin olamadıkları için harcamak tercih sebebi.

Paralel caddelerden birindeki büyük marketlerden birine giriyoruz. Nüfus yaşlandıkça yardımseverlik artıyor. Hangi su daha kalitelidir diye kendi aramızda konuşurken adamın biri yardım ediyor Türkçe. Türk sanat müziğine vurulmuş, anlamak için Türkçe öğrenmiş ve defalarca Türkiye'ye gelmiş. Kasada Türk olduğumu anlayan görevli tokalaşıp “Fenerbahçe” diyor. Sorun olur mu derken Türk olmanın meyvelerini topluyorum. Torbaları doldurduk. Yeni arkadaşlarımızdan güçlükle ayrıldık.

Sokaklar artık gençlerin. Epey yürümüşüz. Son yaşlılar köpekleri ile evlerine çekilmenin derdinde. Çiftler gayet rahat takılıyorlar ortalıkta. Yahudi şeriatı buna ne diyor dediğimde bana “Tel Aviv ayrı, İsrail ayrıdır” diyorlar. “Cumartesi Kudüs'te görürsün, merak etme” diye takılıyorlar.

Tel Aviv her telden çalan insanları ve onların yarattığı kültür ile tezatların ve görmezden gelmelerin kenti olarak aklımda kalacak.

Yorum Gönder

0 Yorumlar