Takip Et

8/recent/ticker-posts

Yunanistan : Gün 5 - Atina'da son gün

Şehirdeki son günümüz. Şansımıza sağlam bir güneş var. Sabah erkenden Ulusal Arkeoloji Müzesi'ne gideceğiz. Şansımıza bugün ücretsiz giriş var. 1 Kasım ile 31 Mart arası her ayın ilk Pazar günü ücretsiz. Yoksa giriş ücreti 15 euro.

Yunanistan genelinde bulunan tüm önemli parçalar burada ama 99 depreminde aldığı hasar nedeniyle halen pek çok kısmı kapalı. Evet, aradan onca yıl geçmesine rağmen çalışmalar bitmedi.

Dönem dönem bölümlendirilmiş, ama gene de kolay gezebileceğiniz bir yer değil. İlk girişte Miken dönemi buluntular sergilenmekte. Buranın ünlü parçası som altından yapılmış Agamemnon ‘un Maskı. Gerçi –bana göre – bu maska gelene kadar neler var neler. Altın bu memlekette pek bir bolmuş anlaşılan.

Bir sonrasında Kikladik dönemin buluntuları var. Burada küçük heykelcikler ön planda. Ardından heykellerin olduğu salona geçiş yapıyorsunuz. Şimdi ise orta boy bir salonun içinde bronzdan yapılmış ata binen çocuk heykeli var. Çok detaylı yapılmış hatta canlı gibi.

Girit'ten, Miken uygarlığından kalanları da görebileceğiniz salonlar birbirini takip ediyor. Televizyonda, belgesellerde gördüğünüz pek çok parça burada.

Çıkıyoruz. Sintagma Meydanı'ndaki askerlerin nöbet değişim törenini yakalıyoruz. Efzun askerleri mevsim itibariyle kışlık eteklerini çekmişler altlarına. Biz adamlar etek giyiyor diye dalga geçsek de burada nöbet tutacak askerler özel olarak seçiliyor ve belirli fiziksel özellikler aranıyor.

Pileli etekler bile anlama sahip. 400 pile Türklerin yönetiminde kaldıkları 400 yılı simgeliyormuş.

Askerlerin nöbet tuttuğu duvarın üzerinde, ölmekte olan bir Yunan savaşçısının rölyefinin sağında ve solunda Yunan tarihindeki savaşlar yazılı. Sakarya ve Dumlupınar gibi kaybettikleri savaşlarda kaydedilmiş. Takdir ettim.

Meydanda Hotel Grande Bretagne isimli bir otel var. Zamanında şehrin en afili binasıymış. Zaten Almanlarda burayı karargah olarak kullanmışlar. Hitler bile burada kalmış.

Vasilisis Sofya Caddesi'ne giriyoruz. Sağda parlamento ve yanında Botanik Bahçeleri uzanıyor. Buradan Zappeion ve Panatenaik Stadyuma ulaşılıyor. Buralara Akropol'den fotoğrafladığım için gitmeye üşendim ve ana cadde üzerinden yolumuza devam ettik. Cadde üzerinde elçilikler ve özel müzeler var.  Benaki Müzesi, arada kalan Kikladik Eserler Müzesi ve cadde üzerindeki Bizans müzesi ve hemen yanı başındaki Askeri Müze görülebilecek yerler.

Benaki Müzesi de beleştir diye şansımı denedim ama para istemeleri üzerine pas geçip Kolonaki taraflarına saptık. Burasının merkezi İngiliz elçiliğinin arkasında kalan küçük park. Parkın etrafı kafe ve restoranlarla çevrili ve parkta Aleksandır İpsilanti'nin bir heykeli var. Burada bir mekanda bir şeyler içmek ve soluklanmak için daldık.

Buradan şehrin diğer tepesi olan Likavittos ‘a ulaşmak için ayrıldık. Teleferiğe para vermeden tepeye çıkalım fikriyle çıkıp yolu kaybedince bir dükkana girip yolu sordum. Adam yolu tarif ettiyse de pek bir şey anlamadım, salak olduğumu düşünmesin diye de başımı sallayıp yoluma devam ettim.

Bulamadım ama yol üzerinde adını unuttuğum (buldum sonunda Γύρο Γύρο Όλοι ) harika bir yerde yemek yedik. Türk mantığı ile yemek yenilebilecek bir yerdi burası. Hatta garnitür olarak kırmızı pul biberle terbiye edilmiş soğan vardı. Tabii, ben soğan kokmak gibi bir derdi olmayan bir halk çocuğu olarak daha fazla istedim. Muhtemelen adam içinden “helal pasam, ye bol bol ” diyerek çıplak ellerini önündeki soğan dolu tencereye daldırıp tabağımın üzerine soğandan oluşan bir piramit kondurdu.

Buradan çıkınca da ucuzundan sıkma meyve suyunu çaktık. Bir bardak sıkma meyve suyu 0.60 euro idi. Gözümün önünde sıkmasa türlü kötülükler düşünürdüm. O sırada iyi giyimli bir adam yanımıza geldi ve iyi bir İngilizce ile nereden geldiğimiz sordu.

-“Konstantinopolis” dedim. “Aaa, İstanbul, Türk” dedi. Karısına uzun uzadıya bir şeyler anlattı. Adam bizim konuşmalarımızdan hangi dili konuştuğumuzu anlayamadığından dayanamamış sormuş. Konstantinopolis dememi ise çok takdir etmiş. Benim gibi tarihle barışık birilerini bulmak zormuş.

“Şehir bizim nasıl olsa” dedim. “İstediğimiz adı kullanırız” diye ekledim ve bizi nereli sandığını sordum. Macar sanmış. “Ha, onlar da Türk, pek yanılmamışsınız” dedim. Türlü türlü tip beni buluyor bir şekilde.

Yolun ucunda Atina Akademisi'ne çıktık. Atina da, tıpkı Roma ve İstanbul gibi her yerinden tarihin fışkırdığı, sürprizlerle dolu bir kent.  Tabii, aynı şekilde neresinde ne olduğundan halkının da pek bir haberi olduğu söylenemez.

Akşamında tekrar bir Monastaraki yapıp Akropolü selamladık. Bir Yunan lezzeti olduğu söylenen “Lokumades” ten tadıp başka bir Yunan lezzeti olan kokoreçi ‘yi ise pas geçtik. Lokumades sonrasında bir iki dükkan yandaki kadayıfileri de mideye indiremediğimiz için çokta üzgün değilim.

Lokumades bizim lokma tatlısı. Tabii, Yunanlar bizim esnaf gibi sıfır sunum ile ürününü satmıyor. Olayları şu; lokmaların içine çikolata yada başka kremalar zerk ediyorlar. Böylelikle hem ürünleri çeşitleniyor hem de farklı tatlara ulaşılıyor. Ayrıca sunum yapılan tabakları yada kutularının da albenisi oldukça yüksek.

Kokoreçi için fazla bir şey demeli miyim, sanmıyorum. Bizim kokoreçe göre daha sıkı gibi görünüyor malzemesi. Bana dediklerine göre koyun bağırsağı kullanılırmış Yunanistan'da. Gene de Monastraki gibi en klas mekandaki kokoreçi bile beğendiğimi söyleyemeyeceğim.

Kadayıfi de bizim kadayıfın çooooook ucuz bir kopyası olarak göründü gözüme. Ama adamlar tüm bu yemekleri Yunan yemek kültürü olarak dünyaya sunmaktalar. Muhtemelen adamların Kültür Bakanlığı binasındaki çalışanlar denizin öte yakasındakilere göre çok daha fazla çalışıyorlar ve bunun sonucu da ortaya çıkıyor.

Genel olarak oldukça iyi bir tatil geçti denilebilir. Bir de İstanbul'un takımı AEK ‘in olduğu mahalleye gidebilseydim keşke…

Yorum Gönder

0 Yorumlar