Şehirdeki son günümüz.
Şansımıza sağlam bir güneş var. Sabah erkenden Ulusal Arkeoloji Müzesi'ne
gideceğiz. Şansımıza bugün ücretsiz giriş var. 1 Kasım ile 31 Mart arası her
ayın ilk Pazar günü ücretsiz. Yoksa giriş ücreti 15 euro.
Yunanistan genelinde bulunan tüm önemli parçalar burada ama 99 depreminde aldığı hasar nedeniyle halen pek çok kısmı kapalı. Evet, aradan onca yıl geçmesine rağmen çalışmalar bitmedi.
Bir sonrasında Kikladik dönemin buluntuları var. Burada
küçük heykelcikler ön planda. Ardından heykellerin olduğu salona geçiş
yapıyorsunuz. Şimdi ise orta boy bir salonun içinde bronzdan yapılmış ata binen
çocuk heykeli var. Çok detaylı yapılmış hatta canlı gibi.
Girit'ten, Miken uygarlığından kalanları da görebileceğiniz
salonlar birbirini takip ediyor. Televizyonda, belgesellerde gördüğünüz pek çok
parça burada.
Pileli etekler bile anlama sahip. 400 pile Türklerin
yönetiminde kaldıkları 400 yılı simgeliyormuş.
Askerlerin nöbet tuttuğu duvarın üzerinde, ölmekte olan bir
Yunan savaşçısının rölyefinin sağında ve solunda Yunan tarihindeki savaşlar
yazılı. Sakarya ve Dumlupınar gibi kaybettikleri savaşlarda kaydedilmiş. Takdir
ettim.
Meydanda Hotel Grande
Bretagne isimli bir otel var. Zamanında şehrin en afili binasıymış. Zaten
Almanlarda burayı karargah olarak kullanmışlar. Hitler bile burada kalmış.
Benaki Müzesi de beleştir diye şansımı denedim ama para
istemeleri üzerine pas geçip Kolonaki taraflarına saptık. Burasının merkezi
İngiliz elçiliğinin arkasında kalan küçük park. Parkın etrafı kafe ve
restoranlarla çevrili ve parkta Aleksandır İpsilanti'nin bir heykeli var. Burada
bir mekanda bir şeyler içmek ve soluklanmak için daldık.
Bulamadım ama yol
üzerinde adını unuttuğum (buldum sonunda Γύρο
Γύρο Όλοι ) harika bir yerde yemek yedik. Türk mantığı ile yemek
yenilebilecek bir yerdi burası. Hatta garnitür olarak kırmızı pul biberle
terbiye edilmiş soğan vardı. Tabii, ben soğan kokmak gibi bir derdi olmayan bir
halk çocuğu olarak daha fazla istedim. Muhtemelen adam içinden “helal pasam, ye
bol bol ” diyerek çıplak ellerini önündeki soğan dolu tencereye daldırıp
tabağımın üzerine soğandan oluşan bir piramit kondurdu.
-“Konstantinopolis” dedim. “Aaa, İstanbul, Türk” dedi.
Karısına uzun uzadıya bir şeyler anlattı. Adam bizim konuşmalarımızdan hangi
dili konuştuğumuzu anlayamadığından dayanamamış sormuş. Konstantinopolis dememi
ise çok takdir etmiş. Benim gibi tarihle barışık birilerini bulmak zormuş.
“Şehir bizim nasıl
olsa” dedim. “İstediğimiz adı kullanırız” diye ekledim ve bizi nereli sandığını
sordum. Macar sanmış. “Ha, onlar da Türk, pek yanılmamışsınız” dedim. Türlü
türlü tip beni buluyor bir şekilde.
Akşamında tekrar bir Monastaraki yapıp Akropolü selamladık.
Bir Yunan lezzeti olduğu söylenen “Lokumades” ten tadıp başka bir Yunan lezzeti
olan kokoreçi ‘yi ise pas geçtik. Lokumades sonrasında bir iki dükkan yandaki
kadayıfileri de mideye indiremediğimiz için çokta üzgün değilim.
Lokumades bizim lokma
tatlısı. Tabii, Yunanlar bizim esnaf gibi sıfır sunum ile ürününü satmıyor.
Olayları şu; lokmaların içine çikolata yada başka kremalar zerk ediyorlar.
Böylelikle hem ürünleri çeşitleniyor hem de farklı tatlara ulaşılıyor. Ayrıca
sunum yapılan tabakları yada kutularının da albenisi oldukça yüksek.
Kadayıfi de bizim kadayıfın çooooook ucuz bir kopyası olarak
göründü gözüme. Ama adamlar tüm bu yemekleri Yunan yemek kültürü olarak dünyaya
sunmaktalar. Muhtemelen adamların Kültür Bakanlığı binasındaki çalışanlar
denizin öte yakasındakilere göre çok daha fazla çalışıyorlar ve bunun sonucu da
ortaya çıkıyor.
Genel olarak oldukça iyi bir tatil geçti denilebilir. Bir de
İstanbul'un takımı AEK ‘in olduğu mahalleye gidebilseydim keşke…
0 Yorumlar
Yorumlarınız